15 Eylül 2008 Pazartesi
Güzel bir gün..
Ortaçgil'in Eylül Akşamı'nı yazdığı gün de böyle bir gün olsa gerek. Şimdi eşi olan kadına bir zamanlar yaptığı ve hediye ettiği o mükemmel şarkı...
Bir türlü bitiremediğim bir şarkı var. Bugün bitirmek için son günüm. Şimdi hayal dünyama yatay geçiş yapıyorum, izninizle.
1 Ağustos 2008 Cuma
Güneş doğar, güneş batar ama insan uyumaz bazen düşünür.
Klasikleri okumaktan, izlemekten ve dinlemekten çoğu zaman kaçınmışımdır. Çünkü hep bir yerlerde keşfedilmemiş olanı bulma ve onu sevme eğilimim olduğunu düşünüyorum. Bunun ne kadar mantıklı olduğu tartışılır tabi, tüm dünyaca kabul edilmiş ortak beğeniyi bir kenara bırakıp kendi klasiklerini oluşturabilmiş bir insan olmaya çabalamak yani..
Her neyse, Before Sunrise, Before Sunset ikilisi de benim için hep bu duyduğum klasikleşmiş filmlerden ikisiydi. Birileri bu iki filmden bahsederdi ben de bi üst paragrafta bahsettiğim hislerle dinlerdim. Gel gelelim bu akşam ikisini arka arkaya izledim ve çok etkilendim. Hatta hayran oldum diyebilirim. Filmi anlatmak istemiyorum herhangi bi sebepten izlememiş olduğunuzu var sayarak ama bir ayrıntı verebilirim sanıırm. Before Sunset, Before Sunrise dan tam 9 yıl sonra çekilmiş, yani filmde bahsedilen zaman gerçek hayatta geçenle aynı.
(bu kısım filmi izleyenler için)
Filmin sonlarına doğru çocuğun kucağında yatan kız “sanırım biri hakkında her şeyi bilirsem tam anlamıyla aşık olabilirim” diyor. “saçını nereden ayıracağını, o gün hangi gömleği giyeceğini, belli bir durumda hangi hikayeyi anlatacağını bildiğimde gerçek aşkı anlayacağıma eminim” diyor.
Böyle konuşan bir kadına ya da adama inanmayı eminim ki herkes çok ister. En azından ben bir defasında çok istemiştim. Ama ne yazık ki, aşkı birçokları için sonlu bir süreç haline getiren bir düşünce bu. Anlatılacak hikayeler, gösterilecek yetenekler tükendiğinde, bir sonraki hamleniz tahmin edilebilir olduğunda, keşfedilecek bir yanınızın kalmadığı düşünüldüğünde, karşınızdaki sizi çözdüğünü hissettiğinde artık bir “hedef” olarak algılanmıyorsunuz ve aranızdaki ilişkiden,aşktan,masaldan (ya da her ne diyorsanız) arta kalan güveni ve inancı altında bırakmış bir enkaz oluyor.
Filmlerden akılda kalan idealize edilmiş fakat gerçekte hiç olmayan esas kız ve esas çocuk, içimize böyle bir aşk “ya varsa?” şüphesi düşürürken biz de bir hiç uğruna kaybettiklerimizin arkasından üzülmeyi bırakıp, umutla yeni keşiflere açıyoruz yenilediğimiz aklımızı. “Demek ki doğru kişi o değilmiş, olsaydı böyle bitmezdi” diyoruz belki…
Bu yanılsamalar yıllarca bu şekilde devam ediyor, bizler tükettikçe ne kadar tüketilebilir olduğumuzu fark ediyoruz ve bunu anlayabilecek olgunluğa geldiğimizde “ciddi ilişki”, “evlilik yaşı” gibi tamlamaların anlamları farklılaşıyor.
Büyüyoruz.
=)
31 Temmuz 2008 Perşembe
Bu gecenin şarkısı Coldplay'den
You cut me down a tree
You cut me down to size
Oh what good is it to live
27 Temmuz 2008 Pazar
Feeling The Blanks
Konser sonrası hep beraber peyoteye gittik. Küçük masalardan kocaman bir masa yaptık. Çok güzel insanlarla sohbet ettik. Kendimi, henüz tanışmadan çok yakın hissettiğim bir insan vardı, Onur Özdemir. Onunla tanışmak ayrı bir mutluluktu.
Aklımda kurmak için çok yorgun olduğum cümleler var. Söylesem, anlatmak istediklerimin yanında pek hafifler, söylenebilmek için fazla içtenler, özlemekle ilgililer... Neyse.
Jack Daniel's a sevgilerle... =)
F.
10 Temmuz 2008 Perşembe
İlk
Unutmadıkları ve iyi bitirdikleri için.
Aydın'a,
Reyhan'a.
Ben de bu blogu yazmam için bana ilham verene ithaf ediyorum.
C*'ye
Merhaba,
Öncelikle bu ilk weblog deneyimim. Tecrübesizliğimin getirdiği rahatlıkla içeriğinin ne olacağını tasarlamadan yazmaya başlıyorum, bazen ilginizi alıp götürmeyi, bazen sadece anlaşılmayı umarak.Bugüne kadar internet ortamında yazılarımı paylaşma fikrine pek sıcak bakmıyordum. Zira el yorgunluğuyla deforme olmamış harflerin yapaylığı, okuyan ve yazanın, yani ikimizin arasında mesafe* yaratır diye düşünüyordum, ta ki kendimi C* nin blogunu takip etmeye kaptırana dek.
Dün gece bir arkadaşım mutluluk üzerine konuşurken " yaşamanın ne kadar güzel olduğunu fark etmek istiyorsan hastanenin acil servisinde bir süre etrafı seyret, kolu bacağı kopmuş insanları gördüğünde üzülmek için çok fazla nedeninin olmadığını anlarsın" dedi. Haklıydı. Kendimi bir an orada hayal ettim. Aklıma gelen ilk kötü senaryo ellerimin olmayışı üzerineydi.
Bugün otobüste uyuklarken bu senaryo uzun metrajlı bir kabus tadında kafamda döndü durdu. Hala yemeğimi kendim yiyebildiğim için, gitar çalabildiğim için ve şu an bu yazıyı yazabildiğim için tanrıya teşekkür ediyorum. Çok sevdiğim bir dostuma yazdığım bir yorumu paylaşarak ilk yazıma son veriyorum.
bazen güzel mektuplar yazarak, bazen dünyanın en güzel renklerini hissederken deklanşöre basarak, bazen emin olmasan da parmak kaldırarak, bazen tirbüşonu yukarı doğru çekerken sevdiğin insan(lar)ın bakışlarını seyrederek, bazen günün en soğuk saatinde çok güzel bi manzaraya karşı ellerini ısıtan şeyin ince belli yerine özel bir kadının eli olmasına izin vererek, bazen sitemkar dostların kapılarını çalarak, bazen parmaklarını tanrının en gizli yerlere sakladığı noktaları aramak için kullanarak, en önemlisi zamanını seçerken, parlak zekanın ince ve karakterli dokunuşlarından faydalanarak mutluluğu bulabilirsin kurbağa pirens* =)
*Mesafe, 2. Mec. : İlişkilerde çok içten olmama durumu
*Kurbağa Pirens, takma isminin prens yerine pirens şeklinde yazılması konusunda hassas bir insandır.